Bmag Logo

Bizim hikayemiz
Genel
9 dk okuma

Oluşturma Tarihi: 04.11.2025

Güncelleme Tarihi: 15.11.2025

Pozitif

Bizim hikayemiz

Kader ve özgür irade arasındaki denge, beden ve ruh arasındaki ilişki, seçimlerimiz ve geçmişimiz üzerine, beden psikoterapisi ve manevi öğretilerden bir derleme…

BERİVAN ASLAN SUNGUR

İnsan, bir başka insanın bedeninde can bulan ve o andan itibaren temasla ‘büyüyen’ bir varlıktır. Kurduğumuz ilk temas anne karnında başlar. Annenin bebeğin hareketlerini hissetmesi, o hareketler vasıtasıyla onunla bağlantı kurması, bebeğin sırtını rahim duvarına yaslaması ve ilk fiziksel temasıyla bedeninde “topraklanma” halini deneyimlemesi… Belki de her şeyden önce, annenin bebeğin imgesini içinde var etmesiyle…

İnsan, hayata ‘tutunmak’ için, ‘insan olmak’ için başka bir insanın temasına muhtaçtır. Ve ancak başka bir insandan alabildiğini, sonrasında kendine ve diğerlerine verebilir. O temas sayesinde, kendisine verilmiş yaşam süresince kendini ‘büyütme’ imkanı bulabilir. İç burkan ama bir o kadar da önemli bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. Amerikalı psikiyatrist René Spitz, 1940’larda yetimhanelerde yaptığı araştırmalarla, bebeklerin yalnızca beslenme ve temel bakım hizmetleriyle hayatta kalamayacağını hepimize gösterdi. Fiziksel ve duygusal temas eksikliği, bebeklerde ciddi gelişim geriliklerine neden oluyor, hatta bazıları bu eksiklik yüzünden hayatlarını kaybediyordu.

İnsan evladı aciz bir şekilde dünyaya gelir. Bakım verenleri tarafından yalnızca beslenmeye, fiziksel temasa değil; aynı zamanda duygusal temasa da ihtiyaç duyar. Psikolojide bu ilk temas ‘bağlanma’ ya da ‘tutunma’ olarak adlandırılır. Bir insana tutunmak, onunla bağ kurmak, insanın yaşamını sürdürebilmesi ve sağlıklı gelişebilmesi için vazgeçilmezdir.

Psikolojiye göre insan, çevresiyle etkileşim içinde şekillenir. Doğduğumuz andan itibaren yaşamımız boyunca farklı gelişim evrelerinden geçeriz. Farklı kuramcılar bu evreleri birbirinden biraz farklı tanımlasalar da, çoğunun üzerinde uzlaştığı temel gerçek ilk 6 yılın, hayatımızın geri kalanında kim olacağımız üzerinde kritik bir etkiye sahip olduğu yönündedir.

Fiziksel, duygusal ve zihinsel gelişimimizin temelleri, özellikle yaşamın ilk yıllarında bakım verenlerimizin bize ‘verebildikleri’ ya da ‘veremedikleri’ ile şekillenir. Sonraki yıllarda ise içine girdiğimiz sosyal çevre, öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız gibi hayatımıza dokunan insanlar bu etkiye eklenir. Tüm bunlar ‘insan hamurumuzu’ şekillendirmede önemli bir rol oynar. Diğer yandan tüm yaşam evreleri sırasında yaşadığımız gelişimsel ya da şok travmalar, sinir sistemimizde ve bedenimizde çeşitli izler bırakır. Mizaç ve karakterimizin üzerine ek mühürler vururlar. Tüm bu bedenine yazılan kodlar, ruhundaki izler, hayatı nasıl yaşayacağımız, ne gibi seçimler yapacağımızı, aslına bakarsanız hayatımızda seçim yapıp yapamadığımızı belirler. Hayatımızı belirler.

Otomatik tepkiler ve seçim özgürlüğü

Gerçek bir seçim, farkındalıkla yapılır. Ancak karakter yapımız ve sinir sistemimizdeki izler, seçim yapma şansımızı elimizden alarak bizi otomatik tepkilere mecbur bırakır. Durumlar karşısında bilinçli yanıtlar yerine otomatik tepkiler verir oluruz.

Küçük gibi görünen otomatik tepkiler zamanla hayatlarımızda büyük etkiler yaratabilir. Bazen de hayatımızdaki en büyük kırılmalar, işte tam da bu otomatik tepkilerimizin bir sonucudur. Bir ilişkide aynı döngüyü tekrar tekrar yaşamak, partnerimizle yıllarca süren ve aslında aynı konular etrafında dönen kavgalar etmek, tüm geçmişte yaşanmışlıkların bedenimizde, ruhumuzdaki izlerinin bugüne yansımasıdır. Çoğu zaman farkında bile olmadan annemizle kurduğumuz bağın niteliğini romantik ilişkimizde tekrar ederiz. İş yerinde birinin davranışı, aslında çocuklukta öğretmenimizden gördüğümüz bir tutumu hatırlattığı için bizi tetikler. Ancak insan öyle bir varlıktır ki, her ne yaşamış olursa olsun, hikayesini yeniden yazma gücüne sahiptir. İnsan hayatında acı kaçınılmazdır ancak Viktor Frankl’ın Nazi toplama kamplarındaki deneyimlerinden yola çıkarak bize anlattığı üzere; insan en zorlu koşullarda dahi hayatına anlam katabilendir ve acının büyüklüğünden bağımsız, acıya karşı verdiği tepkileri seçebilir. Ve hayatı nasıl yaşayacağını belirleyen budur. yaşadıklarından ziyade, yaşananlara verdiği tepkileridir. Geçmiş yaşanmışlıklarımızı hayat kayıtlarımızdan yaşanmamış gibi silmek mümkün olmasa da onların sinir sistemimizde bıraktıkları izleri, acıya bakış açımızı dönüştürerek, hayatlarımızı dönüştürebiliriz.

Beden psikoterapisi ekollerinden ‘bodynamic’, gelişimsel travmalarımızdan dolayı oluşmuş olan karakter yapımızı kökünden değiştiremesek de keskinliklerimizi törpüleyebildiğimizi söyler. Bu da hayatımızda bize kapalı kodlamalar yani otomatik pilottan yapılan otomatik seçimler yerine bilinçli yapılan yeni seçim şansları tanır. Şok travmaların ise bedenimizde hapsettiği yoğun enerjiyi güvenli bir şekilde açığa çıkarabilmek, bize gerçek anlamda bir dönüşüm fırsatı sunabilir.

Beden egosu, duygular ve duyumsamalar

Tüm yaşam deneyimlerim, bedene dair deneyimden bildiklerim, aldığım eğitimler, okuduklarım bana, bedenle kurulan güçlü bağın, insanın bu dünyaya sağlam ve güvenle ayağını basabilmesinin ve aynı zamanda görünenin ötesindekine, astral aleme -yine güvenle- açılabilmesinin yegane güvenli ve etkili kapısı olduğunu düşündürüyor.

Enteresan bir şekilde, bu hayatı insan gibi, hakkıyla, güvenle, seven ve sevilen olarak yaşayabilmek de; manevi yolda ilerlemek de, güçlü bir beden egosu geliştirmekten geçiyor. Alman bir hocamız, Buddha’nın kilolu heykellerinin onun güçlü beden egosunu sembolize ettiğinden bahsetmişti. Güçlü beden egosu geliştirmekten kastım; bedeninle güçlü bir ilişki kurmak, benden duyumsamalarını, duyumsamaların habercisi olan duyguları fark etmek ve kapsayabilmek...

Bedenimizdeki duyumsamalar, henüz dil gelişmeden önce bile bizimle olan ve ihtiyaçlarımızı bize anlatan temel sinyaller. Biliyoruz ki zihnimiz hakikati çarpıtabilir; ancak beden ve duyumsamalar asla yalan söylemez. Beden duyumsamalarıyla yeniden bağ kurmak, hakikatimizle yeniden bağ kurmaktır. Bu, otomatik pilottan çıkmanın, seçim yapabilmenin, hayatımızın iplerini ‘olabildiğince’ ele alabilmenin anahtarıdır.

Bedene olduğu hali ile bize kulak vermeyi öğreten tüm yoga pratikleri, meditasyonlar ve somatik pratikler, beden odaklı psikoterapiler bu anlamda hem bu dünyadaki yaşamımıza hem de spiritüel yaşamımıza önemli katkı sağlayabilecek araçlardır. Beden spritüel pratiklerde bir çapa gibidir. Ne kadar sağlam bir çapamız varsa, spritüel pratiğimizde o kadar derine inebilir, ‘uzağa’ gidebiliriz. Samadhi gibi aşkınlık deneyimlerini kalıcı ve derinden yaşayabilmenin yolu da güçlü bir beden egosuna sahip olmaktan geçer. Yogadaki ‘yama’ ve ‘niyama’ adı verilen ahlaki öğretiler egomuzla yakından ilişkilidir.

Güvende ve bağlantıda hissetmek her şeydir

‘Temas ve bağlantı’ konusuna dönelim; insanın hayatında diğeri ile kurduğu temasın niteliği, hayata ilk yıllarda nasıl tutunduğu, diğerine nasıl bağlandığı sadece hayatını nasıl yaşayabildiğini değil, meditasyonunu da etkiler. İnsan, hayatı süresince bir diğerinden aldığı o bağlantıyı, teması içine alır ve kendi derinlerine inmek için bir ip gibi kullanır. İp ne kadar güçlüyse, insana ne kadar güvende hissettiriyorsa, kendi içimize o kadar cesaretle bakabilir ve o kadar bildiğimiz dünyadan, hakikatten uzağa, ‘gerçek hakikate’ doğru yol alabiliriz. O ip/bağ sağlam değilse, güvenli hissettirmiyorsa; hayat bize onu yine bir diğer insanla bağlantıda dönüştürme, daha güvenli kılma imkanı sunar. Bebekliğimizde ebeveynlerimizden alamadığımızı bize bir terapist, yine başka bir insan verebilir. İnsan ve onunla kurulan bağ, insanı insan yapar. Psikiyatr bir hocam “İnsan kaderinin ötesine geçmesi kolay değildir ancak mümkündür” derdi. Burada benim kaderden kastedilen, bu dünyaya ruhumuzda yazılı geldiklerimiz (genler, atalardan aktarılmış olanlar, mizacımız vb.), anne karnından itibaren ‘bir diğeri’ ile bağlantıda iken, bedenimize yazılmış olan tüm kodlar (karakter yapımız, bağlanma modelimiz vb.), zorlu hayat deneyimlerinin ruhumuz ve bedenimizde bıraktığı izlerdir (gelişimsel ve şok travmalarımız). Tüm bunlar, kaderimiz olur... Ancak kaderinin ötesine zıplamak mümkündür.

Manevi yollar, karma ve özgürleşme

İnsanın kaderinin ötesine geçebilmesi kavramını psikolojinin, nörobilimin bugün bize sunduğu araçlarla anlamayı, insanın bu araçları hayatını dönüştürmesinde kullanabilmesini çok kıymetli buluyorum. Ancak her ne kadar bilimin bizlere sunduklarını öğrenmeye ve kullanmaya çalışsam da, ben çocukluğundan beri manevi arayışlar içinde olan biriyim. Ve tüm bunları yoga ve spritüel öğretilerindeki gayret ve kader arasındaki denge arayışı, karma gibi kavramlardan bağımsız anlamlandırmak mümkün değil.

Hocamın hocası ve manevi rehberi olan, bana da birçok kitabı ile yol gösteren Dr. Motoyama hayatımızın yüzde 70’inin karma tarafından belirlendiği söyler. Yani insan, yaptığı seçimlerin çoğunun kendisine ait olduğunu zanneder, halbuki tüm bunları belirleyen karmasıdır, yani hayatında bundan önce yaptığı seçimlerdir. Karma bir seçim ve sonuç yasasıdır. Karmamıza göre bir ailede ‘yeniden’ dünyaya geliriz, karmamız fiziksel bedenimizi şekillendirir. Karmamız yaşamımızın birçok yönünü belirler. Karmamız bir anlamda kaderimizdir. Bu kader kendini içine doğduğumuz ailede, ülkede, yaşadığımız karma felsefesine göre kaçınılmaz olan bazı kritik hayat deneyimlerimizde, mizacımızda, fiziksel bedenimizin özelliklerinde kendini gösterir.

Karma felsefesi ve psikolojiyi bir arada ele almaya çalışırsak, psikoloji ve nörobilimin bize sunduklarının bizim kontrolümüzde olan ya da gayretimizle ilişkilendirebileceğimiz bu yüzde 30’luk dilimle alakalı olduğunu düşünebiliriz. Belki az bulacaksınız, “madem yüzde 70 bizim elimizde değil, bırakalım o zaman çabayı” diyeceksiniz ancak yüzde önemli olmaksızın hayatımızda kendi çabamızla yaratabileceğimiz her bir dönüşüm kritik... Aslolan da orası, bizim elimizde olanlar. Göstereceğimiz gayret ve alacağımız hayat sorumluluğu.

Yoga felsefesi açısından, bu yüzde 30’luk dilim üzerinde çalışmak yoginin eski karmalarını temizlemesinde ve ne tarz yeni karma yaratacağı ya da karma yaratıp yaratmayacağı konusunda belirleyicidir. Yogiler yüzde 70’lik dilimdeki karmanın bedellerini ödemenin ve yeni karma yaratmadan yaşamanın, karma döngüsünden özgürleşmenin yolunu ararlar. Bunun için meditasyona oturur, hayatlarında çeşitli arınma pratikleri uygularlar. Yani beden vasıtasıyla, hem yüzde 70’lik karmanın bedelini öder hem de yüzde 30’luk dilimdeki gayretleri ile karmadan olabildiğince özgürleşmenin yollarını ararlar. Hem bilim hem de tüm manevi öğretiler, bize çaba ve teslimiyet, gayret ve kadere dair pek çok şey söylüyor ve enteresandır ki hepsinin söyledikleri benzer.

Kader gayrete aşıktır

İslam’da hem tevekkül (Allah’a güvenmek ve teslim olmak) hem de gayretin önemi tartışılmaz. Hz. Muhammed, “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et” demiştir. İnsanın gücü olan yerde, sahip olduğu gücün getirdiği sorumluluğu alması önemlidir. Tasavvufta, kader ve gayret birbirini tamamlayan unsurlardır. Mevlânâ, “Sen yürümeye başla ki yol görünsün” diyerek eylemin yani bizim elimizde olan kadarıyla seçimlerimizin önemine dikkat çeker. Yunus Emre, insanın çabasını kendi içsel yolculuğuna ve kendini bilmeye adaması gerektiğini söylerken, insanın kendini bilmesi için çaba sarf etmesi gerektiğini ancak hakikate erme sürecinde de hayatın her yerinde olduğu gibi, teslimiyetin esas olduğunu söyler.

Bhagavad Gita’da Krishna, Arjuna’ya “Sana eylem hakkı verilmiştir, ancak eylemin meyvesi üzerinde hakkın yoktur” der. Bu, kişinin elinden geleni yapması ancak eylemlerinin sonuçlarını Tanrı’ya (ya da kozmik düzene) bırakması gerektiğini bize anlatır. Karma yoga da bu anlayış üzerine kuruludur: insan eylemlerini seçmeli ancak bunu bir beklenti ve sonuçlara bağlanmadan, içsel bir teslimiyetle uygulamalıdır.

Buddha, “Çaba gösterin, kurtuluş size bağlıdır” der. Nirvana’ya ulaşmak için zihinsel ve ruhsal disiplinle çalışmamızın önemine vurgu yapar. Kişinin sonuçlar üzerinde mutlak kontrolü olmadığını anlaması ve ‘akışta kalması’ önemlidir. Stoacı filozoflar, kontrol edebildiğimiz şeyler üzerinde çaba göstermemiz gerektiğini ama kontrol edemediklerimize karşı da teslimiyet ve içsel huzur geliştirmemiz gerektiğini savunurlar.

Tüm öğretiler “gayret et, elinden geleni yap ancak sonuçları kontrol edemeyeceğini kabul ederek eylemlerinin sonuçlarına teslim ol” der. İnsan gayretine odaklanmalıdır. Sahip olduğumuz sınırlı farkındalıkla, her nasıl bir hayatın içindeysek göstereceğimiz her türlü gayret, bugünümüzü, geçmişimizi ve yarımızı dönüştürme potansiyelini içerir. İnsan olmak, gayretle kendini bilmeye çalışmak ve hiçbir şey bilmemek arasında salınmaktır... Süresi, öncesi ve sonrası belirsiz bir yolda teslimiyet içinde yürümektir. İnsan doğmanın ötesinde ‘insan olabilme’nin ve bu dünyada özgürleşmenin yolu, hayatın bizim elimizde olan bu kısmını sorumluluğunu alabilmekten geçer.

© 2025 bmag - Tüm hakları saklıdır.

Iyzico ile ÖdeIyzico Logo




HomeMagazinesB SeriesB RollUser