Bmag Logo
Hikaye anlatıcısı Yeşim Kozanlı: "Huzur ve denge hissettiren mekanlar yaratmak en büyük tatminim"
Genel
17 dk okunma süresi

Oluşturma Tarihi: 31.10.2025 09:48

Güncelleme Tarihi: 07.12.2025 17:26

HELLO!

Hikaye anlatıcısı Yeşim Kozanlı: "Huzur ve denge hissettiren mekanlar yaratmak en büyük tatminim"

İnsan odaklı, yerelle beslenen ama modern çizgiler taşıyan zamansız tasarımlarıyla öne çıkan başarılı bir iç mimar. Hayata karşı pozitif, samimi ve tutkulu bir bakışı var. Sevgi ve disiplinle çalışmanın üretim gücüne inanıyor.

RÖPORTAJ: RANA KORGÜL

FOTOĞRAFLAR: PINAR GEDİKÖZER

Yeşim Kozanlı, tasarımda estetiği anlam ve hikaye anlatımıyla buluşturan, hem insan olarak samimi hem de iş hayatında net ve etkili bir iletişim kuran disiplinlerarası bir iç mimar. Ofisini yaratıcı bir kolektif alan olarak şekillendirirken, genç yeteneklerin gelişimine katkı sağlamayı ve etik değerlere bağlı kalmayı önceliklendiriyor. Kültürler arası deneyimlerinden aldığı ilhamla projelerinde sadelik, işlevsellik ve duygusal derinliği ustalıkla harmanlıyor. Tasarım yaklaşımı, bağlamsal ve çok katmanlı bir perspektifle yerelliği çağdaş ve özgün bir dille yeniden yorumluyor, sürdürülebilirliği çevresel ve toplumsal bir sorumluluk olarak ele alıyor. Dijitalleşme ve yapay zeka gibi yenilikçi teknolojileri yaratıcı araçlar olarak kullanırken, sevgi ve disiplinin üretkenlikteki gücünü biliyor. Ona göre tasarım, mekan yaratmanın ötesinde, kimlikli ve ilham verici yaşam alanları inşa etmek; insanın kendini ait ve iyi hissetmesini sağlamak demek... Pozitif, samimi ve tutkulu duruşuyla, mesleğinin detaylarını, kimliğini ve hayallerini içten bir şekilde paylaştığı röportajımızda Kozanlı ile bir araya geldik.

HELLO!: Kariyerinize, Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü’nden 1994’te mezun olduktan sonra başladınız. İlk projeleriniz nasıl bir yolculuğun başlangıcını oluşturdu?

Yeşim Kozanlı: Bilkent’ten mezun olduğum dönem aslında hem kişisel yolculuğumun hem de Türkiye’de iç mimarlığın dönüşümler yaşadığı bir zamandı. 90’ların sonuna doğru Ankara çok dinamikti; yeni yaşam biçimleri ve daha rafine bir estetik arayışı vardı. Ben de mezun olur olmaz kendi ofisimi kurmaya karar verdim. Microsoft ve Cisco’nun ofislerinden Meksika Büyükelçiliği konutuna, restoranlardan mağazalara uzanan çok farklı projelerde çalışma fırsatım oldu. Bu dönem hem deneyim kazandığım yıllardı hem de kendi tasarım yaklaşımımın pusulasını oluşturduğum bir süreçti. Aldığım eğitim bana projelerimde parça–bütün ilişkisini gözeterek ve iç–dış arasındaki bağlantıları düşünerek bakma yaklaşımı kazandırdı. Nihayetinde insan odaklı tasarım yapıyoruz. Bu tasarımlar bazen büyük ölçekli mekanlarda, bazen de daha küçük ölçekli mekanlarda karşılık buluyor. Kariyerimin en başındaki projelerim de konutlardan büyükelçilik binalarına kadar değişen büyüklüklerde çeşitleniyordu. Farklı ölçeklerde düşünmenin ve her ölçeğin kendi dinamiklerini kavramanın ne kadar önemli olduğunu bu zamanlarda keyifle tecrübe ettim. Her projede ışığın, formun ve boşluğun ritmini ararken mekanı hem işlevsel hem de duyusal ve kültürel bir deneyim olarak kurgulamaya çalıştım. O erken dönem deneyimler bugün otel ve konut projelerinde sürdürdüğüm bağlamsal ve çok katmanlı tasarım yaklaşımımın temelini atan yolculuğun başlangıcı oldu.

HELLO!: Ofisinizi kurduğunuzdan bu yana nasıl bir dönüşüm yaşadınız? Ekip yapınızdan uluslararası markalarla iş birliklerine kadar süreci nasıl tanımlarsınız?

Y. Kozanlı: Ofisi kurduğum ilk günden bu yana kendi yolculuğumu bireysel yaratıcılığın ötesine geçen ve çok disiplinli bir ekip çalışmasına dayanan bir anlayış üzerine inşa ettim. Çalışma hayatımda yalnızca iç mimar ve mimarlarla değil; aydınlatma danışmanları, mühendisler, zanaatkarlar, sanatçılar ve endüstri tasarımcıları gibi farklı uzmanlık alanlarından kişilerle de iş birliği yapmaya önem verdim. Bu yaklaşım zamanla ofisin organizasyon yapısına da yansıyarak bugün sahip olduğumuz kolektif ve bütüncül işleyişin temelini oluşturdu. Ofisimizde mimarlar, iç mimarlar, ürün spesifikasyon uzmanları ve iş geliştirme uzmanlarından oluşan ekiplerimiz tasarım, proje ve malzeme departmanlarında yer alıyor ve her biri kendi uzmanlığını projeye katarak bütünün bir parçasını oluşturuyor. Bu departmanların yanı sıra grafik tasarımcılar, marka uzmanı, küratör ve editörden oluşan kreatif departmanımız da tasarım ve proje ekipleriyle birlikte çalışıyor. Her proje işverene sunulmadan önce ofis içinde farklı açılardan değerlendirilerek hazırlanıyor. Kreatif ekip, tasarım ekibiyle birlikte projenin görsel dilini oluştururken konsept metinleri hazırlanıyor, mekanlar ise sanatsal kürasyonla destekleniyor. Rezidans ya da otel projelerimizde fark gözetmeksizin sanat danışmanlarıyla iş birliği yapıyor, farklı sanat disiplinlerini bir araya getirerek projelerin hikayesini kolektif biçimde oluşturuyoruz. Bu süreçte ofis bünyemizde yer alan küratör ve sanat direktörümüz de yaratıcı sürece yön vererek projelerin sanatsal bütünlüğünü şekillendiriyor. Burada özellikle vurgulamak istediğim, konsept yazarlığı kısmı. Benim için en heyecan verici süreçlerden biridir. Bu noktada yalnızca mekan tasarlamıyoruz; projeye özgü bir hikaye ve kavramsal çerçeve inşa ediyoruz. Hikayenin dili, ritmi ve vurguladığı kavramlar tasarım şemasına, malzeme moodboard’una ve atmosfer kurgusuna dönüşüyor. Böylece ortaya çıkan proje, markanın stratejik kimliğiyle uyumlu yaşayan bir anlatıya evriliyor. Örneğin Seraf Vadi projesi, Anadolu’nun kadim bilgeliğinden ve Türkiye’nin bereketli topraklarında yeşeren üretim kültürlerinden beslenen bir yaklaşım üzerine kuruldu. Daha en başında oluşturduğumuz ‘Hayat Ağacı’ teması etrafında şekillenen bu konsept, yalnızca bir tasarım öğesi değil; aynı zamanda topluluk oluşturma bilincine dair güçlü bir jestti. Biz ‘Hayat Ağacı’nı etrafında toplandığımız sofranın simgesi olarak kurguladık ve mekanın atmosferini onun etrafında ördük. Paloma Finesse, tamamen kişisel bir deneyimden doğdu. Kendi başıma yaptığım yürüyüşlerde karşılaştığım bir taşın bende uyandırdığı duygu, projenin ilk kıvılcımı oldu. Bu küçük an zamanla mekanın bütününe yayılan bir duyarlılığa dönüştü. Taşın dokusu, ağırlığı ve zamansızlığı bana mekanın merkezine yerleşebilecek bir kurgu fikri verdi. Böylece tasarım yalnızca bir iç mekan değil, adım adım örülen bir kürasyona dönüştü. Malzeme, renk, ışık, yerleşim gibi tüm seçimler o taşın anlattığı hikayeyi sürdürmek için yapıldı. Sonuçta ortaya çıkan mekan kişisel bir anın kolektif bir deneyime dönüşmesini sağlayan duyusal katmanları zengin bir kompozisyon oldu. Bu yapı klasik bir tasarım ofisinin ötesinde, uyum içinde çalışan bir orkestraya benziyor. Herkes kendi enstrümanını çalıyor; fakat sonunda ortaya çıkan ürün ortak bir ritim ve ortak bir dil oluyor. Uluslararası markalarla yürüttüğümüz iş birliklerinde bu yaklaşımın değeri daha da belirginleşiyor. Çünkü biz yalnızca bir tasarım önermiyoruz; aynı zamanda markaların kendi DNA’larıyla uyumlu bir şekilde uluslararası ölçekte görünür olmasını sağlayan bir köprü kuruyoruz.

HELLO!: Otel projeleriniz özellikle dikkat çekiyor. Ağırlıklı olarak bu alanda çalışmayı tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?

Y. Kozanlı: Aslında bu seçim biraz da benim kişisel yolculuğumla ilgili. Almanya’da doğdum, İzmir’de büyüdüm, Ankara’da okudum. Sonrasında meslek hayatımda da hep seyahat ettim, farklı şehirlerde çalıştım, yaşadım. Yani hayatımın hep bir ‘gezginlik’ haliyle geçtiğini söyleyebilirim. Bu yüzden konaklama mekanları bana çok tanıdık geliyor. Çünkü ben sadece onları tasarlayan biri olmadım; aynı zamanda sürekli bir kullanıcıları oldum, o dünyanın içinden geldim. İlk yıllarımda daha çok şehir otelleri üzerinde yoğunlaştım. Zamanla gördüm ki, aslında bu alanda tasarlamak bana çok doğal geliyor. Bir oteli sadece işleviyle değil aynı zamanda bir yolculuğun parçası olarak, deneyimi zenginleştiren bir sahne gibi düşünmek ve tasarlamak mümkün. Yani konaklama mekanları insana hem ev hissini hem de keşif duygusunu aynı anda yaşatabilir. Bu iyiliği kurgulamak benim için çok heyecan verici. Belki de kendi ‘gezgin’ tarafım otel projelerinde en doğru karşılığını buluyor. Seyahatin ritmini, farklı kültürlerin izlerini, yerin hafızasını mekanın içine taşımak tasarımı estetik ve işlevsel değerlerden üzerinden ilerletirken aynı zamanda onu bir deneyim yolculuğu olarak kurmak bana her defasında daha çok ilham veriyor. Bu nedenle otel projeleri mesleki pratiğimde en doğal ve üretken zeminlerden biri haline geldi.

HELLO!: Tasarım yaklaşımınızda sıkça vurguladığınız ‘modernlik, sadelik ve işlevsellik’ sizin için ne anlama geliyor? Bu üçlüyü bir projede nasıl dengeliyorsunuz?

Y. Kozanlı: Benim için modernlik, sadelik ve işlevsellik; doğallık ve estetiğin barış içinde olduğu bir dengedir diyebilirim. Ne aşırı gösterişli ne de keskin ve soğuk. Daha çok insanı içine çeken, yaşamaya davet eden bir kavramsal üçlü olarak görüyorum. Bu nedenle bazen çok karmaşık gibi görünen problemlerin çözümünde en yalın ve modern çizgilerden yana olmak bizi doğru sonuca götürüyor. Çünkü işlevsellik, sadelik ve modernlik ayrı ayrı değil birlikte düşünüldüğünde anlamlı. Ve bence asıl modernlik, hayatı kolaylaştıran ve hislere yer açan bu dengeli sadelikte gizli. Özellikle otel projelerinde, markaların belirlediği çok net teknik standartlar ve tasarım rehberleri oluyor. Bizim görevimiz, bu kuralları birebir kopyalamak değil tabii ki, tasarımcı olarak özgünlüğümüzü koruyarak onları yerleşeceği coğrafyanın diliyle harmanlamak. Yanim arkanın global kimliğiyle, projenin gerçekleştireceği yerin kültürünü, malzemelerini, hatta yerel sanatçıların üretimlerini bir araya getirmek. Bu ‘lokalize etme’ yaklaşımı sayesinde mekan, hem uluslararası marka standartlarını taşıyor hem de bulunduğu yere ait hissediliyor. Benim için en değerli nokta da burası: Misafir, otelin global bir zincirin parçası olduğunu hissederken; aynı zamanda o coğrafyaya özgü detaylarla karşılaşıyor. Böylece mekan bir yandan tanıdık ve güvenli, bir yandan da sürprizlerle zenginleşen çok katmanlı bir deneyim sunuyor.

HELLO!: Projelerinizde ‘yerellik ve özgünlük’ gibi kavramlar sıklıkla ön planda. Bu unsurlar sizin tasarım kararlarınızı nasıl etkiliyor?

Y. Kozanlı: Ne tamamen köksüzüm ne de bir yere sıkı sıkıya bağlı. Gittiğim her yerde gözlem yapar, öğrenir ve oranın kültürüyle bağ kurarım. Bu bakış tasarımlarıma da çok yansıyor. Çünkü tasarımı sadece form üretmek değil; bulunduğum yerin malzemesini, iklimini, peyzajını ve zanaatını anlamak olarak görüyorum. Yerel kültüre hep zarif bir misafir gibi yaklaşmaya çalışıyorum: Dikkatle dinleyen, elinden gelen katkıyı sunan ve sonra sessizce çekilen… Böyle olduğunda tasarım oraya dışarıdan gelen bir müdahale değil, o yerin anlatısını görünür kılan bir dil haline geliyor. Yerelliği folklorik bir öğe eklemek olarak görmüyorum; yerin kültürel katmanlarını, doğasını, renklerini, üretim geleneklerini çağdaş bir iç mekan diliyle yeniden yorumlamak olarak ele alıyorum. El sanatlarından mutfak kültürüne, aile bağlarından kolektif üretime kadar pek çok şey mekanın dokusuna siniyor.

HELLO!: Hyde Hotel Bodrum’daki projenizde ‘Festival Chic’ gibi size özgü bir konsept geliştirmişsiniz. Bu konsepti bize anlatır mısınız? Yaratım süreci nasıl gelişti?

Y. Kozanlı: Bugün otel tasarımında büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Bireysel konfor hâlâ çok önemli ama artık ortak deneyimlerle dengeleniyor. ‘Birlikte yaşamak’ ve ‘buluşmak’ kavramları öne çıkıyor. Oteller klasik konaklama mekanları olmaktan çıkıp sosyal, hatta kültürel kulüpler haline geliyor. Hyde Hotel Bodrum’u da bu dönüşümün güçlü bir örneği olarak görüyorum. Hyde markasının zaten ‘festival chic’ gibi güçlü bir mottosu vardı. Bizim görevimiz bu kimliği yeniden tanımlamak değil; onu Bodrum’un doğasına, kültürüne ve yaşam alışkanlıklarına uyarlamaktı. Yani küresel marka dilini, bulunduğumuz coğrafyanın enerjisiyle harmanladık. Bu noktada ‘festival chic’ eğlenceyi 24 saate yayan bir yaşam biçimi olduğu gibi modern lüksü sanat, kültürel programlar ve sosyal etkileşimle bütünleştiren bir yaklaşım aynı zamanda. Bu da Hyde’ı bir kulüp haline getiriyor. Misafirler konaklarken deneyimlerini paylaşıyor, ortak alanlarda buluşuyor ve hatırlayacakları hatıralar biriktiriyorlar. Dışarıdan bakıldığında otel sade geometrisi, monokrom malzeme kullanımı ve tek ifadeli yüzeyiyle mesafeli bir duruş sergiliyor. Ama bu mimari sessizlik, iç mekanda bambaşka bir dünyanın kapısını aralıyor. Tıpkı bir ağaç kovuğunun içindeki canlılık gibi… Doğayla çevrili kabuğun ardında festival ruhunu taşıyan, sahneler arasında devinen çok katmanlı bir iç dünya var. Hyde’ın DNA’sında zamansızlık var.

HELLO!: Radisson Blu Hotel Kaş projenizle iF Design Award kazandınız. Bu projede sizi en çok zorlayan şey neydi ve bu ödül sizin için ne ifade ediyor?

Y. Kozanlı: Kaş çok özel bir yer; Akdeniz’in turkuaz kıyılarında hem doğası hem de kültürel belleğiyle benzersiz. Beni en çok zorlayan şey bu güzelliği bozmadan yeni ama buraya ait bir yapı tasarlamaktı. Amacımız kentin siluetini gölgelemeyen, çevresiyle uyum içinde bir otel yaratmaktı. Bu yüzden yüksek katlı bir yapı yerine yatayda yayılan ve insan ölçeğine yakın bir kütle kurguladık. “Yeniyim ama buralıyım” hikayesini kurguladık ve tasarımın çıkış noktasını da bu söz belirledi. Tasarımın formunu Kaş’ın sivil mimarisinden ilhamla kurguladık: Doğal taş cepheler, alaturka kiremitler, ahşap doğramalar… Hepsini çağdaş bir yorumla yeniden ele aldık. Cephede kullanılan taşlar ustaların elinden geçerek incelikle işlendi; köy sıvası tekniği ise bölgenin yapı kültürüne göndermede bulunarak yapının zamanla doğayla bütünleşmesini sağladı. iF Design Award’a gelince… Bu ödül tasarım kararlarımızın uluslararası düzeyde takdir edilmesi ve yerin ruhuna saygı duyarak geliştirdiğimiz yaklaşımın global ölçekte değer bulması anlamına geliyor. Hem ekibimiz için emeğimizin karşılığını görmek hem de Türkiye’deki bağlamsal mimarlık anlayışını dünyaya taşımak açısından son derece gurur verici.

HELLO!: Tasarımda sürdürülebilirlik sizin için yalnızca çevresel değil, toplumsal ve ekonomik yönleriyle de önemli. Bu çok katmanlı yaklaşıma dair düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Y. Kozanlı: Bizim için sürdürülebilirlik sadece enerji tasarrufu sağlayan malzemeler kullanmak ya da doğayla uyumlu çözümler geliştirmekle sınırlı değil. Asıl mesele yerleştiğimiz topografyanın sunduğu imkanları görüp onları tasarım diline dönüştürebilmek. Toprak, iklim, rüzgar, bitki örtüsü… Bunların hepsi bize yol gösteriyor. Tasarım süreci de aslında bu çevresel olanakları dinlemekle başlıyor. Ama sürdürülebilirlik bunun da ötesinde toplumsal ve ekonomik boyutlara dokunduğunda anlamlı hale geliyor. Yani yerel ustalarla çalışmak, bölgenin üretim kültürünü sürece dahil etmek, malzemeyi yerinden almak… Bunların hepsi hem karbon ayak izini azaltıyor hem de o bölgeyle gerçek bir bağ kurmamızı sağlıyor. Böylece proje hem çevreye hem de topluma katkı veriyor. Ben sürdürülebilirliği bir yaşam biçimi olarak görüyorum. Doğanın döngüsüyle uyumlu, içinde olunduğunda iyi hissettiren mekanlar tasarlamak hem kullanıcıya hem de kente fayda sağlıyor. Ve bence asıl sürdürülebilirlik de bu.

HELLO!: Yapay zeka ve dijitalleşme tasarım dünyasını sizce nasıl etkiliyor? Siz bu teknolojileri nasıl yorumluyor ve geleceğe dair ne gibi öngörülerde bulunuyorsunuz?

Y. Kozanlı: Yapay zeka teknolojilerini tasarım sürecine mutlaka entegre edilmesi gereken bir araç olarak görüyoruz. Dijital eskizler, dijital moodboard’lar, hikayeyi destekleyen yaratıcı etkiler… Hepsini sürecin bir parçası haline getiriyoruz. Özellikle sunum aşamalarında ilham verici görseller üretmek farklı senaryoları denemek için bu teknolojiler bize büyük kolaylık sağlıyor. Ben bu alanı tasarımın yerine geçen bir şey olarak değil tasarımı zenginleştiren bir araç olarak görüyorum. Treni kaçırmamak önemli; çünkü dijitalleşme tasarım dünyasının ayrılmaz bir parçası. Gelecekte bu teknolojilerin daha da entegre olduğunu mekanın hem tasarımında hem de deneyiminde çok daha aktif rol oynayacağını düşünüyorum.

HELLO!: Bir projede ‘hikaye yaratmak’ sizin için neden bu kadar önemli? Mekanların anlatı gücünü nasıl kurguluyorsunuz?

Y. Kozanlı: Bana çoğu zaman ‘hikaye anlatıcısı’ ya da ‘konsept yazarı’ dendiğini duyarım. Aslında yaptığım şey tam olarak bu: Mekanlara bir kimlik, bir ruh vermek. Benim için tasarım sadece güzel görünen duvarlar ya da mobilyalar değil; orada yaşanacak deneyimin bir parçası. Her proje bulunduğu yerden, kültürden, malzemeden, hatta kullanıcıdan beslenen bir hikayeye sahip olmalı. Sonuçta hep vurguladığım gibi doğaya saygı duyan insan odaklı tasarım yapıyoruz. Bu yüzden her işe başlamadan önce kendime şu soruları sorarım: ‘Biz bu işi kime, neden ve nerede yapıyoruz?’ Bu üçlü anlatının temelini oluşturur. Çünkü bir mekan ancak kim için tasarlandığı, hangi ihtiyaçlara cevap verdiği ve hangi bağlamda var olduğu netleştiğinde anlamlı bir deneyime dönüşebilir.

HELLO!: Ofisiniz sadece bir tasarım stüdyosu değil, aynı zamanda bir üretim ve eğitim alanı olarak da konumlanıyor. Bu çok yönlü yapı nasıl çalışıyor? Genç mezunlarla çalışıyor musunuz?

Y. Kozanlı: Biz ofisi hep yaşayan canlı bir organizma gibi düşündük. Ofisimizi projelerin üretildiği bir yer ama aynı zamanda öğrenmenin, paylaşmanın ve gelişmenin mekanı olarak görüyoruz. Bu nedenle genç mezunlarla çalışmayı çok önemsiyorum. Elbette ekibimizin büyüklüğü ölçüsünde dahil edebileceğimiz genç sayısı sınırlı; ama doğru oranda aramıza kattığımız her yeni ekip üyesi bize büyük bir enerji kazandırıyor. Onların merakı, dinamizmi ve taze bakış açıları bizim deneyimimizle birleştiğinde, ortaya son derece besleyici bir ortam çıkıyor. Benim için ofis biraz okul gibi sürekli öğrenilen, denenen ve birlikte gelişilen bir alan. Diğer tarafta, ofisimizin güçlü bir yanını deneyimli yöneticilerimiz oluşturuyor. Her biri alanında uzman, yılların tecrübesine sahip mimar ve iç mimarlardan oluşan bu ekip sayesinde hem gençlerin enerjisiyle sürekli tazeleniyor, hem de ustalıkla deneyimi buluşturan bir üretim ve eğitim ortam kurabiliyoruz. Ayrıca ofisimiz, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bünyesinde kayıtlı bir tasarım merkezi. Bu kapsamda her yıl patent ve marka tescil belgeleri hazırlıyoruz. Bu süreç, Ar-Ge tarafımızı geliştirmek için önemli bir motivasyon yaratıyor. Bütün bu yapıyı ise kendi içimizde oluşturduğumuz organizasyon şeması ve yakın zamanda geliştirdiğimiz özel bir yazılım üzerinden yönetiyoruz. Bu sistem bize hem disiplinli bir işleyiş sağlıyor hem de farklı ölçeklerde projeleri eş zamanlı yürütürken büyük bir esneklik kazandırıyor.

HELLO!: Kurucuları arasında yer aldığınız İdealist İç Mimarlık Derneği’nin sizin mesleki etik anlayışınızla nasıl bir örtüşmesi var?

Y. Kozanlı: Ben tasarımı her zaman bir bütün olarak görüyorum. Mimarlık, iç mimarlık ve diğer tüm disiplinler aslında ancak birlikte çalıştıklarında anlam kazanıyor. Bu bütünün içinde iç mimarlık, kendi başına çok güçlü bir disiplin; çünkü mekanın ruhunu, ölçeğini ve deneyimini şekillendiren özel bir katkısı var. Meslek ortamındaki profesyonelleri daha verimli, daha paylaşımcı ve gelişime açık bir zeminde buluşturmak için İdealist İç Mimarlık ve Tasarım Derneği’ni kurduk. Amacımız, eğitim ve iş birliği ekseninde genç profesyonelleri, öğrencileri ve deneyimli tasarımcıları bir araya getirerek karşılıklı öğrenme ve gelişim için bir platform oluşturmak. Benim için iç mimarlık estetik üretirken aynı zamanda etik, sorumluluk ve toplumsal faydayı gözeten bir meslek pratiği. Dernek çatısı altında da bu vizyonu paylaşıyoruz: Etik standartları korumak, genç meslektaşlarımıza yol açmak, bilgiyi paylaşmak ve mesleğin kültürel bağlarını güçlendirmek.

HELLO!: Birçok prestijli ödül listesindesiniz: German Design Awards, Architizer A+Awards, BIGSEE, Maison Française Interior Awards ve daha fazlası... Bu ödüllerden profesyonel ve kişisel olarak ne öğrendiniz?

Y. Kozanlı: Bizim için ödüller aslında bir sonuçtan çok bir süreç. Bilgi birikimimizi ve yaratıcılığımızı ortaya koyarken hem mesleki ortamımıza katkıda bulunmayı hem de Türkiye’nin mimarlık kültürünü uluslararası alanda görünür kılmayı önemsiyoruz. Mimarlık ödülleri bu katkının tanınması açısından önemli; çünkü sadece bizim için değil, genel olarak meslek ortamı için yenilikçi fikirlerin önünü açıyor, tartışma alanı yaratıyor. Aynı zamanda ülkemizdeki mimari üretimlerin dünyada tanınmasına vesile oluyor. Biz ofis olarak ödülleri bir başarının teyidi olarak değil, yeni fikirler geliştirmek için bir motivasyon kaynağı olarak görüyoruz. Meslektaşlarımızla aynı dili konuşmak, yeni vizyonlar paylaşmak ve bu sayede mimarlık kültürünü canlı tutmak… Bence ödüllerin asıl değeri burada saklı.

HELLO!: Bugün iç mimar olmasaydınız, ne olurdunuz?

Y. Kozanlı: Büyük ihtimalle şef olurdum. Çünkü mutfak da tıpkı iç mimarlık gibi malzemelerle, kültürel çeşitlilikle ve yerin ruhuyla ilgili. Nasıl ki tasarımda bulunduğumuz coğrafyanın iklimini, malzemesini ve geleneklerini anlamamız gerekiyorsa; mutfakta da aynı şey geçerli. Yemeğin hikayesi kullanılan malzemeden, yerel üretimden ve kültürel çeşitlilikten tarihsel birikiminden geliyor. Benim için iç mimarlıkla mutfak arasında çok benzer bir yaratıcılık süreci var: doğru malzemeyi doğru yerde kullanmak, dengeyi kurmak ve sonunda insanlarda bir duygu uyandırmak. Belki de bu yüzden, iç mimar olmasaydım, aynı tutkuyu mutfakta arardım.

HELLO!: Yoğun projeler ve seyahatler arasında zihinsel ve duygusal olarak nasıl dengede kalıyorsunuz?

Y. Kozanlı: Açıkçası iş ile özel hayatımı birbirinden ayırmıyorum; ikisini ayrı görmüyorum. Tasarım benim hayatımın bir parçası. Bu yüzden yoğunluğu zihnimde bir yük olarak değil, hayatımı besleyen bir süreç olarak algılıyorum. Yeni insanlarla tanışmak, farklı kültürleri görmek, iletişim kurmak… Bunların hepsi bana enerji veriyor. Zaten işimiz de insana dokunmakla ilgili, dolayısıyla bu temas beni yormuyor, aksine besliyor. Bedensel yorgunluk geçici ama zihinsel olarak ben bunu bir yorgunluk değil gözlem yapma, öğrenme ve paylaşma hali olarak görüyorum. Belki de bu yüzden farklı bir meslek seçseydim yine insana dair bir alanda olurdu; iletişim üzerine çalışan bir yönetici ya da şef olmak gibi. Çünkü ister mutfakta ister ofiste olsun, ben yaptığım işte en çok insanla kurduğum bağı önemsiyorum.

HELLO!: 2025 son çeyreğine gelmişken, şu sıralar gündeminizde neler var?

Y. Kozanlı: Gündemimde kendi işimize odaklanıp üretmeye devam etmek var. Bu dönemde Londra ve Dubai’deki iş birliklerimiz ve şirket yapılanmalarımız gündemimizde. Zaten Londra’da beş yıldır varız; Dubai’de ise bu yılın ikinci çeyreğinden itibaren daha aktif ve yoğun şekilde çalışmalar yürütmeye başladık. Önümüzdeki dönemde Birleşik Arap Emirlikleri ve bölge genelinde daha fazla var olmayı hedefliyoruz. Benim için en önemlisi, Türkiye’yi temsil eden bir iç mimar olarak uluslararası adımlar atmaya devam etmek. Hem yeni iş birlikleri kurmak hem de buradaki tasarım anlayışımızı dünyaya taşıyabilmek için yoğun bir şekilde çalışmak.

HELLO!: Hayatta tasarım dışında sizi besleyen şeyler neler? Sanat, doğa ya da günlük rutinlerinizle olan ilişkiniz nasıl?

Y. Kozanlı: Aslında tasarım, doğa ve sanat benim günlük hayatımın doğal parçaları; ayrı ayrı alanlar değil, birbirini besleyen bir bütün. Tabii özellikle uluslararası fuarları, sergileri, tasarım haftalarını yakından takip ediyorum. Bu karşılaşmalar bana ilham veriyor. Bir diğer besleyici alan ise felsefe. Tasarım felsefeleri üzerine okumalar yapmayı çok seviyorum. Mesela wabi-sabi ya da Japandi gibi yaklaşımlar… Sadelik, kusurlu güzellik ya da doğallık gibi kavramlar, mesleğimiz için çok değerli. Ben de bu tür düşünceleri işimize nasıl yansıtabileceğimizi sorgulamayı seviyorum. İzlediğim, okuduğum her şey bu anlamda hem kişisel hem de profesyonel dünyamı besliyor.

HELLO!: Yeşim Kozanlı hayatı nasıl yaşamayı seviyor? Hayat felsefeniz nedir?

Y. Kozanlı: Benim için hayatı yaşamanın en güzel yolu sevgi ve samimiyetle ilerlemek. Ofisi de bu bakışla kurduk; sıcak, gerçek ve içten bir ortam olsun istedim. Karşıma çıkan olaylara engel gibi değil, daha çok yapıcı ve pozitif bir yerden bakmayı tercih ediyorum. Huzurlu bir hayatı seviyorum ama bu, enerjik ve aktif olmamak anlamına gelmiyor. Tam tersine, sürekli üretmeye, yeni şeyler öğrenmeye ve paylaşmaya motive oluyorum. Hayattaki en büyük motivasyonum, yaptığım işin insanlara iyi gelen bir iş olması. Tasarımlarımda da aynı duyguyu arıyorum: ‘İyi olma’ halini gözeten, insana dokunan mekanlar yaratmak. Çünkü bir mekan, içinde huzur, denge ve sıcaklık hissettirebiliyorsa tamamlanmış olur. Benim için en büyük tatmin de mekanların insanların hayatına bu iyilik halini katabilmesi. Aynı zamanda, tasarıma yaklaşımımda geleneği unutmadan geleceği kurmak önemli. Geçmişten beslenerek, kültürel hafızayı göz ardı etmeden önümüzdeki 30–40 yılı hayal etmek, tasarımlarımıza yön veren bir ilke. Bu yaklaşım, projelerimizin zamansız kalabilmesini sağlıyor. Bunu yaparken çok disiplinli bir anlayışı benimsiyorum. Farklı uzmanlık alanlarından beslenen, mimarlığın ötesine geçen bu yapı bize esneklik kazandırıyor ve yeni bakış açıları katıyor. Ve belki de gücümüzün en büyük sırrı; sabır, çalışkanlık ve yaratıcı azim. Ben karakter olarak bu değerleri çok önemsiyorum; çünkü bir projeyi olgunlaştıran, detaylarda saklı olan güzelliği ortaya çıkaran şey yalnızca sabır değil, aynı zamanda üretkenliği besleyen bir azim ve sürekli üretmeye duyulan tutkudur.

© 2025 bmag - Tüm hakları saklıdır.

Iyzico ile ÖdeIyzico Logo




HomeMagazinesB SeriesB RollUser